Yukarı
2

Fecri Polat

Hikâye Yolculuğuna Devam

16 Ocak, 2015

   M.Ö. 4. yy.da yaşayan Euripides “her şeyin ölçüsü insandır” der.

   Bütün toplumsal yaşam formları ardında varlık problemine bir yaklaşım geliştirmiş bir aklı vardır. Varlığın ne olduğu, var olup olmadığı, değişen-dönüşen şeylerde, değişmeyen bir özün bulunup bulunmadığı; insanın kendisi ve dışındaki şeyler hakkında bilgiye sahip olmasının mümkün olup olmadığı, bilginin kaynağının ne olduğu; bireysel ve toplumsal değerlerin mevcut olup olmadığı vb. konular, sistemli düşünmenin başladığı zamanlardan günümüze kadar tartışıla gelmiştir. Başka bir deyişle varlığın ne olduğu, insanın bu konudaki bilgisi ve farklı alanlardaki değerleri, kadım felsefenin ilk problemlerindendir. Hiçbir inanç, hiçbir düşünce problemlerden bağımsız gelişmemiştir diyebiliriz.

   "İlk felsefe” den itibaren tartışıla gelen, insan zihnini meşgul eden söz konusu bu kadım üç felsefe problemine, tarihin çeşitli dönemlerinde ilgi duyan düşünürler, bu konulardaki görüşlerini daha anlaşılır kılmak için, edebi sanatlardan, özellikle de "mecaz anlatım"dan yararlanarak, şüphesiz kendilerine özgü bir anlatım tarzıyla düşüncelerini ifade etme yoluna gitmişlerdir.

   Biz, "şey" leri, sahip oldukları niteliklere göre "iyi-kötü", "güzel-çirkin" v.s. şeklinde ifade ederiz. Bu niteleme o "şey" in değerini dile getirir. Felsefenin, iyi-kötü, güzel-çirkin gibi değerleri ele alan disiplinine genel olarak değerler felsefesi adı verilir. Bilindiği gibi bu iki kavram çiftinden birincisi ahlak felsefesi(etik)'nin, ikincisi de sanat felsefesi(estetik)'nin özel ilgi alanına girer. Çoğunlukla, "iyi-kötü" şeklinde dile gelen etik değerler ile, "güzel-çirkin" diye ifade edilen estetik değerler arasında paralellikler bulunduğu ileri sürülür. Mevlana da bu değerleri, birbirlerinden ayırmaz. Daha önce olduğu gibi, Mevlana bu değerlerle ilgili düşüncelerini de mecazlarla anlatır. Mevlana'ya göre etiğin konusu olan ahlak, "insanı Tanrı'dan uzaklaştıran kötü, huy diye nitelenebilecek "hırs, kıskançlık, yalan, kibir" vs. özelliklerden uzaklaşıp; "şefkat, sevgi, cömertlik, alçak gönüllülük" vs. "iyi huy" diye nitelenebilecek özellikleri ilke edinme, ahlaklılık ise, onları yaşama geçirmedir. Bu ahlak ilkelere bağlı kalındığında "kamil insan"; bu ilkelerden sapıldığında da eksik insan olunur. İnsan köken itibariyle iyidir. Çünkü insan da Tanrı 'nın vasfından bir örnektir.

   Bilindiği gibi antik dönemin başat sanatı, anlatı sanatıdır. Anlatı sanatının ana konusu tarih, ona eşlik eden ise başta tanrılar ve mitlerdir. Mitler antik dönemde sihir gibi, büyü gibi, yaşamın her alanında vardır ve anlatı için önemli bir başvuru kaynağıdır. Dover’in saptamaları yorumlanarak aktarılırsa: Bir olguyu açıklayıcı yönünün yanı sıra, mitlerin anlatıyı destekleyen, anlatıyı heybetlileştiren, anlatıya büyülü hava veren önemli bir niteliği de vardır. Anlatının içindeki tarihsel temayı açımlamak, örneklendirmek, kahramanı biçimlendirmek, temaya duygusal ve düşünsel ulaşılmazlık, yüce ya da simgesel bir anlam katmak gerektiğinde mitler destansı anlatı için önemli bir ek kaynak oluşturur. O dönemde örneğin anlatılan tarihi olaylar arasında çelişki olduğunda, hikâyelerin inanırlığı ve güvenirliği zayıflar. Anlatılan hikâyelerden sadece bir tanesi doğru kabul edilir. O da, bilgi kaynağı olarak miti referans alan hikâyedir. Mitler böylece geçmişin bilgi kaynağı olarak görülür.

   Homeros’un yapıtlarında anlatılan kişiler, olaylar, şehirler de ünlenirler. Akhillus’un mezarını ziyaret eden Büyük İskender “Homeros’la şöhrete kavuşan şanslı Akhillus” diyerek Akhillus’un ünlü olmadığını, Homeros’un Akhillus’u ünlüleştirdiğini dile getirir. Büyük İskender’in Homeros’u eksiktir sadece. Homeros’un alımlama tarihinde en ilginç dönemeç, tarihçi Heredot’la başlar. Yüzyıllarca tanrıları kötülemekle, aşağılamakla suçlanan Homeros, gün gelir tanrıları kurtarmış olmakla değerlendirilir. Ünlü tarihçi Heredot “Homeros Greklere tanrılarını vermiştir” görüşünü ifade ettiğinde, Homeros’a öyle bir otorite vermiştir ki, artık o “Greklerin İncili Homeros” diye anılmıştır. Çünkü Homeros, antik dönemin mitlerini, tanrılarını, tanrıların hikayelerini, insanların hikayelerine eklemiştir, insanın tanrıdan kopuşunu, insanın insanlaşma sürecini anlatmıştır. Şüphesiz Homeros bu etkiyi özgün bir anlatı formu içinde aktarmayı başardığı için halk tarafından kabul görmüştür.

   Zaman Mekân Deneyimi ve Anlatı W.Ong, Sözlü ve Yazılı Kültür üzerine yaptığı çalışmada, iki toplumun farklılıkları üzerine durur. Sözün egemen olduğu toplumda belleği canlı tutmak için tekrarlar üzerine kurulu bir anlatı yapısı vardır. Kalıplaşmış düşünce ve tekrar unutmaya karşı geliştirilmiş yöntemlerdir. Benzer durumlarda aynı tanımlamalar ve sıfatlar kullanılır. Güzeller güzeli prenses, ulu çınar vb. tanımlamalarla olayların akılda kalması sağlanır. Sözlü anlatılar, kalıplaşmış tanımlamalar ve bol söze dayalıdır. Yazı ile birlikte zihin büyük bir özgürlük kazanır ve soyutlama yeteneği gelişir. Yazı ve matbaa kültürüne ait modern okur ya da izleyici, anlatıda olayların Freytag Piramidi diye adlandırılan, yükselişi ve inişi bilinçli olarak hesaplanmış bir çizgide gelişmesini bekler, tıpkı piramitteki gibi anlatıda önce olaylar yokuşa sürüldükten sonra gerilim artarak, doruk noktasına ulaşır. Bu noktada bir olayla bilinç aydınlanır, olayların akışı ters yüz olup(peripeti) inişe geçilir ve düğümün çözülmesiyle anlatı noktalanır. Aristoteles’e göre insanın eylemini anlamlı yapan, bu eylemin gerçeğe, akla, sağduyuya, vicdana uygun nedenlerden kaynaklanması ve gene böyle bir amaca yönelmesidir. Aristotelesçi dramın eylem anlayışı olayların düğümler aracılığıyla yükselmesi, doruğa ulaşması ve çözümlerle inişe geçmesini, bilinçli olarak hesaplanmış çizgisel bir ilerleyişi kapsar. Böylece insan, olduğu gibi değil olması gerektiği gibi yansıtılır ve doğanın bozulan dengesi yeniden kurulur. Sözlü kültürde ise çizgisel zaman anlayışı yoktur. Ozan önce durumu anlatır sonar dönüp ayrıntılarıyla durumun gelişimini aktarır. Doğuda, batıdakinin aksine çizgisel değil, döngüsel bir zaman anlayışı vardır.

   Süre içinde kavranmayan gerçeklik (çünkü süre yok, sadece an ve bu anın devamlı tekrarlanması vardır) eğer yaşanan hayat süre içinde kavransaydı, o zaman şüphesiz İslam sanatlarında da Batılı manada bir gerçeklikten söz etmek mümkün olabilirdi. Süreyi inkâr eden gerçekliği, gerçekliği parçalayarak, kendi kültüründen bağımsız parçalar elde eden ve sonra bu parçaları gerçekte olduğundan çok farklı kompozisyonlar halinde bir araya getiren Müslüman sanatçı, asıl gerçeğe ulaşmaya çalışmaktadır.

   Pamuk, Doğu ve Batı romanını karşılaştırırken bunu, biçimsel bir fark olarak değil, iki ayrı dünyanın ruhu olarak algılamamız gerektiğini savunur. Lukacs ve diğer Batı romanı kuramcılarının tam tersi yaklaşımlar getirir. Pamuk, Batı romanı yazarının tasvir ettiği olayların gerçek anlamını bütünüyle bilmediği duygusuyla hareket ettiğini ve bu nedenle görevinin sürekli tasvir etmek olduğunu söyler. Türk romancısı ise tasvir ettiği şeylerin, olguların açık seçik birer anlamı olduğunun fazlasıyla bilincinde olduğu için nesneleri ayrıntılarıyla irdeleme gereği duymaz. Tanpınar, Orhan Pamuk’un roman üzerine yaptığı incelemeyi maddenin algılanışı üzerinden yapar. Doğu’da Batıdakinin aksine madde, olduğu gibi Kabul edilir. Batı ise o madde ile ilgili bilgi edinmeye, onu bilmeyi amaç edinir. Bu edenle doğu maddeyi aynen olduğu gibi kabul eder, onu değiştirmeyi aklına bile getirmez. Bu zihniyet estetik ve sanatsal dışavurumlarda da açığa çıkar.

   Yüz yılar boyunca değişik anlatı formlarına konu olan sorunlar dönemden döneme farklılık gösterse de insan için hiç değişmeyen problem “varlık” meselesidir. “Bu resmi kendimi görebilmek için yaptım, bu şiiri kendimi görebilmek için yazdım ya da baktım, okudum, düşlediğim, olmasını istediğim dünya mıydı bu, bunu anlamak, bunu yaşamak, bunu duyumsamak istedim”.

   İnsanlar, yalnız fiziki evrende değil, bir de sembolik evrende yaşarlar. Dil, mitos, sanat ve din bu evrenin parçalarıdır. Kültür sosyolojisi, toplum, kültür ve kimlik kavramlarının arasındaki birbirinden kopmaz bağların bu sembolik evren içinde hem art-zamanlı hem de eş zamanlı olarak yeniden üretilip durduğunu tartışılmaz bir biçimde belirlemektedir.

  Bütün anlatı metinleri, temel olarak bir ‘olay örgüsü (ploting)’ ile bunu sunacak bir ‘anlatıcıya (narrator)’ dayanır. Bu iki unsur (olay örgüsü+anlatıcı) anlatıların olmazsa olmaz değişkenleridir. Ancak tarih boyunca farklı coğrafyalarda, toplumsal gelişim ve dönüşümlere bağlı olarak anlatı formları coğrafyadan coğrafyaya, çağdan çağa farklılıklar göstermiştir.

   Masallardaki yolculuk, geleneksel halk anlatısının öyküsünü oluşturur. Bütün olayları ve işlevleri birbirine bağlayan neden-sonuç ilişkisi ve anlatıda dramatik gerilimi sağlayan, dikkati uyanık tutan merak ve gizem öğeleri ise masalın olay örgüsünün temel öğeleridir. O halde geleneksel anlatıdan modern anlatıya geçerken insanoğlunun anlatım gereksiniminin temel hareket noktalarında pek büyük değişiklikler olmamıştır. Nitekim

   E.M.FORSTER, okuyucuyu beklenti içinde tutabilme ve onun merak duygusuyla oynayabilmede gösterdiği maharet nedeniyle Binbir Gece Masalları'nın Şehrazat'ını "Büyük bir romancıydı o" sözleriyle selamlar ve şöyle der:

   "Şehrazat kocasını, bakalım sonra ne olacak diye merak içinde bırakmayı başardığından ölümden kurtulabildi. Güneşin doğduğunu görünce sözünün ortasında susuveriyor, sultan da ağzı açık kalakalıyordu. 'Bu sırada Şehrazat sabah olduğunu gördü ve akıllılık edip sustu'. İlginç bir yanı bulunmayan bu kısa söz, Binbir Gece Masalları'nın belkemiği, kitaptaki öyküleri birbirine bağlayan ve çok yetenekli bir prensesin canını kurtaran şerittir. Sonra ne olduğunu merak edip öğrenmek istemek bakımından hepimiz Şehrazat'ın kocasına benzeriz. Evrensel bir istektir bu."

   Öte yandan, masalların ve sinemanın bir yanlarıyla daima toplumun ortak bilinçaltının ürünü olarak değerlendirilebileceklerini de unutmamak gerekir.

   Umberto ECO, bunu şöyle açıklamaktadır: "Bir anlatı metniyle karşı karşıya gelmenin temel kuralı, okurun sessiz bir biçimde yazarla, COLERIDGE'in 'inançsızlığın askıya alınması' adını verdiği bir kurmaca anlaşmasını kabul etmesidir. Okur, kendisine anlatılanın hayal ürünü bir öykü olduğunu bilmelidir, ancak bu, yazarın yalan söylediğini düşünmesini gerektirmez. Yazar, gerçek bir beyanda bulunuyormuş gibi yapar. Biz de kurmaca anlaşmasını kabul eder ve onun anlattıkları gerçekten olmuş gibi davranırız."



Yorumlar

Bu haberde yorum bulunmamaktadir.

Yorum Ekle